28 Ağustos 2015 Cuma

Bir Hayalin Gerçeğe olan Yolculuğu


Bir gün bir şeye inanırsınız ve o inandığınız gerçek olduğunda hayatınızı üstüne kurduğunuz temelleriniz parçalanır. Bir sabaha uyandığınızda yepyeni bir hayata gözlerinizi açmış bulursunuz kendinizi.

Aşağıda üniversite sınavına hazırlanırken, hayatındaki tüm olumsuzluklara inat istediği bölüme yerleşen ben’ in hikayesini bulacaksınız. Keyifli okumalar!
Öğretmenlikle başlayan “Ne olacaksın?” yolculuğumda herkes gibi ben de birbirinden farklı limanlara demir attım. Liseye başladığımda hedeflerim biraz daha rasyonelleşse de hala birçok seçenek buluyordum. Lise son sınıfa geldiğimde ise artık bir hedef koyup ona odaklanmam gerektiğinin farkındaydım. İstediğim iş bir şirkette yönetici olmaktı; bunun için de işletme veya türevleri bir bölüm okumalıydım. İşletme çok sözel göründüğünden ve matematiği de çok sevdiğimden ekonomi okumak istedim. Sırada kendine hedef koyma vardı: Babam çocukluğumdan beri en yükseği hedeflemeyi öğretti ve tabii hedefe alternatif bir B planı hazırlamayı. Boğaziçi ve Koç, Ekonomi için en yüksek sıralama ile girilen okullardı; hatta Koç tam burslu Boğaziçi’nden de yüksekti ve zaten ben de Boğaziçi’ ne gitmek istemiyordum. Hedef belli olmuştu: Koç-Ekonomi. Hedefi belirledikten sonraki gün dershanemden Koç tanıtım kitapçığı aldım, eve gelip kitapçığın tüm sayfalarını tek tek özenle koparttım ve odamın duvarlarına astım. Aynı zamanda Koç Ekonomi’ ye girmek için ihtiyacım olan net, puan ve sıralamayı da farklı farklı kağıtlara yazıp duvarıma astım. Amaç belliydi: gördükçe hedefi hatırlayıp onun için daha fazla çalışmak.


Lise son için dönem başladı, hızlı bir tempoya girdik. Tempo içerisinde bazen yaşadığımı bile unutacak kadar yoğunlaşıp bazense sanki hiç sınava girmeyecekmişim gibi dağılıyordum. Bu süreçte en büyük motivasyon kaynağım seneye Koç-Ekonomi’ de olduğumu hayal ettiğim zamanlarda yüzümde oluşan gülümsemeydi. Aldığım her test kitabının başına Koç-Ekonomi yazıyordum. Çalışmaktan çok sıkıldığım dönemde bana arkadaşlık eden defterime hayallerimi not alıp yeniden odaklanmaya çalışıyordum. Gördüğüm herkese gitmek istediğim okulu Koç-Ekonomi olarak anlatıp, insanlara söyledikçe hayalime kendimi inandırıyordum. O dönemlerde yeni çıkan ‘whatsapp’ uygulamasında durum güncellemeyi keşfettiğimde elbette ki hemen ‘Koç-Ekonomi’ yapmıştım. O dönemde benim bu odaklanmışlığımdan sıkılan veya bunu önemsemeyen birçok arkadaşım, farklı yollar kullanarak bana gidemeyeceğimi göstermeye çalışıyordu. –Whatsapp’tan “Koç-Ekonomi naber?” yazanlar, sohbet arasında Koç’ta çok kötü bir ortam olduğunu anlatanlar ve o zamanlar farkına bile varamadığım bir sürü farklı farklı benim moralimi bozmaya çalışan olaylar. Oysa ki ben bunların hiçbirinin farkında değildim o zamanlar, şimdi dönüp baktığımda görebiliyorum ne yapılmaya çalışıldığını. “Siz bir hedefe odaklanmışken, birileri size yapamazsınız dese bile duymazsınız çünkü çoktan yapacağınıza inanmışsınızdır. Ve hayatta en zor olan şey kendinizi bir şeye inandırmaktır.”

YGS günü geldiğinde psikolojik olarak hazır olduğum sınava aslında bilgi açısından hazır değildim ancak şunu biliyordum ki; kriz durumlarında bilgi değil psikoloji her şeyi kurtarırdı. Sınavda ilk bakışta yapamadığım her sorunun üstüne Koç-Ekonomi yazmıştım sonradan dönüp baktığımda motivasyon etkisi ile yapabileyim diye. Sınav sonucu geldiğinde 23.000’lerde yer alıyordum ve hedefim olan ilk 700 hayal olmuştu. Bir B planım halihazırda var olduğundan sınav sonrası depresyona girmek yerine kaldığım yerden devam ettim. Maç bitene kadar kazanan belli olmaz derler- ben de buna inanıp LYS sonuçları açıklanana kadar Koç-Ekonomi istemeye devam etmeye karar vermiştim.  Aradan bir sürü zaman geçti; ben bazen çok çalıştım, bazen çok dinlendirdim kendimi ama hep, her zaman inandım.  LYS geçtikten kısa bir süre sonra bir akşam hayatımı değiştiren bir telefon geldi. Lise rehberlik öğretmenim sevgili Attila hocam, rehber öğretmenlerin katıldığı bir etkinlikte Koç Üniversitesi’nin Anadolu Bursları programını duyar duymaz beni aramış. Programa başvuru için kalan son 3 gün vardı ve bana telefonda hemen yarın belgeleri toplayıp gönderiyoruz dedi. Ertesi gün uyandığımda koşarak okula gittim, gereken her şeyi hazırladım -referans mektupları, makaleler vs.-  ve kargoya verdim. Yaklaşık 2 hafta içinde LYS sonuçları açıklandı, Koç’ta mülakata davet edildik ve mülakatın sonunda okula kabul edilmiştim. Bilenler bilir, 3 yıldır da hayatımdaki en büyük “iyi ki!” oldu Koç-Ekonomi.

Bu uzun hikayenin sonunda kısaca diyebileceğim şey şu ki: Gerçekten inandığınız, başkalarını değil önce kendinizi inandırmayı başardığınız her şey bir gün mutlaka gerçekleşecek. Zorlu da olsa, imkansız da görünse inanmayı bırakmak yerine çalışmaya devam etmek gerekiyor. Ben bu hikayenin sonunda inanma’nın ne demek olduğunu öğrendim. Ve o günden bu güne bir şeye gerçekten inandıysam eğer, kendimi kanıtlamak için değil; inandığım şeyi gerçekleştirmek için korkmadan herkese her zaman anlattım.

Umarım sizin de inandığınız  her şey bir gün benimkinden daha güzel bir hikaye ile gerçek olur!

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Bugünün Hesabı Yarına Kalmasın.


Günlük rutinlerimizde yediğimiz yemeğin, aldığımız kalorilerin hesabını yaptığımız kadar yaşadığımız olayların hesabını hiç düşünmüyoruz. Oysa; yaşadığımız gün’ün en temel kurallarından biri, bugünün hesabını bugün kapatıp yarın yepyeni bir gün için gözlerini açabilmektir.

Peki; biz, 21. yüzyılın modern insanları neden dünü bugüne ekleyip, yarında hepsini biriktiriyoruz?

Yıllarca gördüğümüz fen dersleri sonunda vücudumuzun hücrelerden oluştuğunu hepimiz öğrendik, peki hücreler ne işe yarar hocam, nasıl çalışır diye hiç ama hiç soramadık. Vücudumuzdaki hücreler temel etkilerinin yanı sıra beynimizdeki düşünce veya duygu durumuna göre hareket eder, bu hareket ile bir enerji açığa çıkar ve bu enerjiyi biz her zaman içimizde hissedemesek de dışarıya bizden bağımsız bir şekilde iletilir. Evrene mesaj göndermek, enerjimizi doğru kullanmak ve diğer tüm benzer terimlerin kaynağı olan enerji tam da buradan, bu tanımdan geçmektedir. Mutsuz olduğumuzda veya kötü bir olayla karşılaştığımızda beynimizdeki düşünce ve duygu yoğunluğu sebebi ile hücrelerimiz yeterince etkileşimde bulunamaz ve miskin hücrelerimizden de dışarıya gönderilecek yoğun bir enerji çıkmaz dolayısı ile istediklerimiz de genelde olmaz, geç olur veya tersi olur. Konuyla bağlantılı bir diğer örnek ise yoga, meditasyon gibi yenilenme etkisi gösterdiğine inanılan aktiviteler. Bu aktiviteler nasıl olumlu enerji etkisi gösterir? Kısa bir süreliğine de olsa beynimizi yoğun duygu ve düşünce akışından kurtardığımız için, hücrelerimiz nefes alma şansını elde eder bu nefes alma süreci sonrasında ise bir sonraki ilk olumlu harekette yoğun bir şekilde titreşir ve güçlü/yüksek bir enerji üretirler. Hobilerimiz de yine yoğun duygu ve düşünce akışından nefes alma temeline dayandığından bize yenilenme imkanı sağlar ve sonraki ilk hareketimizde yüksek bir enerjiye sahip olmuş oluruz. 

Enerji; potansiyelimizi ortaya koyar, dünya ile olan iletişimi kolaylaştırır hatta bana göre daha yaşanabilir bir dünya için olmazsa olmaz bir temeldir. Yüksek enerjiyi elde etmek; sürekli gülümsemek, kahkaha atmak demek değil, günlük olaylardaki detaylara çok fazla takılmadan olaydan çıkarılması gereken dersleri çıkarıp, o günün sonunda kapatabilmektir. Olayları nasıl kapatabilirim, ben hiç unutmam diyenlerden misiniz? -Ben de öyleydim. Ancak geçen zaman içinde hayattaki en değerli varlığın sahip olduğumuz benliklerimiz olduğunu anladığımdan beri günlük hesabımı kapatıp, ertesi güne yepyeni bir ‘ben’ ile uyanmayı öğrendim. Bazı gerçeklerle yüzleşmek acıyı azaltmaz belki ama süreci kolaylaştırır. Size zor gelen, canınızı acıtan her olayla sıcağı sıcağına yüzleşip kendi tarafınızda değerlendirmesini yaptığınızda zaman içinde bunların birleşip içinize sıkıntı olmasını engellersiniz. Bir başka açıdan ise; sorunlar ile sıcağı sıcağına yüzleşmek insana yepyeni yetkinlikler kazandırır. Örneğin bu süreçte kriz yönetiminde uzmanlaşabilir, proje yönetiminde temel olan bazı yetkinlikler kazanabilirsiniz. Enerjiyle ilgili bir diğer şey ise, alternatif tıpın da ortaya attığı ‘iyileştirme’ etkisi. Hastalıklar üzerinde etrafımıza yaydığımız enerjinin de etkisi var ve eğer bu enerjiyi doğru yönetebilirseniz; kanser başta olmak üzere diğer tüm hastalıklardan da kurtulmanızın mümkün olduğu birçok kaynakta yer almakta.

Yüksek enerji, olumlu enerji, olumlu düşünce, pozitif düşünce gibi kavramların hepsi aynı temelden gelir. İçinde bulunduğunuz yoğun akıştan kurtulduğunuzda yaşadığınız hayat ile iletişime geçme fırsatı elde edersiniz. Bu iletişim sırasında isteklerinizi dile getirdiğinizde veya keşke olsa dediğiniz her şeyin gerçekleştiğini görebilirsiniz. Bunu bilinçle yapmayan insanlar genellikle bir hedefe odaklandıklarında onu başardıkları an enerjinin farkına varırlar. Yıllar önce katıldığım bir konferansta konuşmacı okul yolunun üzerindeki Garanti Bankası’nın önünden her geçtiğinde uzun uzun bakıp orada çalışmanın nasıl bir şey olacağını düşünürmüş. Üniversiteden mezun olduğunda ise bankanın o şubesinde işe başlamış. 

Enerji içsel bir kaynaktır, bu kaynağı verimli kullanmak veya kullanmamak ise tamamen size bağlıdır. İçinizdeki enerjiyi olumlu yönde ve tam kapasite ile kullanmak istiyorsanız öncelikle günlük hayatta karşılaştığınız sorunlarla başa çıkmayı öğrenmeniz lazım; bu süreçte elbette dışarıdan farklı destekler alabilirsiniz veya kolay bir şekilde hatasız olduğunuzu düşünüp devam edebilirsiniz. Ancak yaşadığımız hayatta ‘gerçekleri görmeyecek kadar kör olmak’ bir yöntem değil ve tabii bu hayat zamanında çözmediğiniz sorunların büyüyüp dağ oluşturduğunda size yaratacağı daha büyük sorunları çözecek kadar uzun da değil.

Herkesin kendi halinde hayalleri ve yapmak istedikleri vardır hayata dair. Size ne isterseniz isteyin en temel şey yaşadığınız gün’den geçer ve eğer siz; bir gün öncesini bugüne katıp yaşıyorsanız; yarınınız için yeterince umut yoktur demektir.

---

PS: Gün nasıl değerlendirilir? Hesaplar nasıl kapatılır?

Bu konuda herkesin kendi yöntemi olacağından spesifik bir yöntem yazmam doğru olmazdı. Bu içsel yolculuğun bir parçası olduğundan kendinizi tanıdıkça bunun için bir yöntem bulacaksınız.

Geçtiğimiz aylarda bir yaşam koçu bana her gece uyumak için yatağa girdiğimde 10 dk’lık bir süreçte 3 aşamalı bir yöntem önermişti: 1. Gözlerinizi kapatıp günlük filminizi oynatmak. 2. Filmdeki karakterleri ve kendinizi düşünüp; yaşanan olayların analizini düşünceleriniz ile -veya yazarak- yapmanız ve sonra yaşananlardan ders çıkarmak 3. gülümseyerek uykuya dalmak.


21 Ağustos 2015 Cuma

Sevdiğiniz İşi Yapmak (?)

Yaşadığımız hayatta kendimizi keşfetmek belki de en zorlu yolculuk ama basit bir kural var hepimizin benimsemesi gereken: Neyi seviyorsan onu yap! Sadece kendi ilginiz için değil, sevdiğiniz işi yaparken daha başarılı olacağınız için. “Ben yemek yapmayı seviyorsam, bir restoran işletmeliyim” kadar basit bir mantık var bunun arkasında. Ne seviyorsan onu yap çünkü sevdiğiniz işi yaparken her zaman daha başarılı olacaksınız. O iş için zaman ve enerji harcamaktan asla kaçınmayacak hatta harcamanız gereken her ekstra zamandan belki de zevk alacaksınız çünkü; seviyorsunuz! Jim Collins’ in size tavsiye edebileceğim 2 muhteşem kitabı var: "Built to Last" ve "Good to Great". Başlangıçta şirketler hakkında konuştuğu sanılan bu kitapları okudukça sanki her birimizle ayrı ayrı konuşuyormuş gibi hissediyorsunuz. Jim hayatta bazı temel dairelere sahip olduğumuza inanıyor. Toplamda 3 adet olan bu daireleri anlatmaya başlamadan önce ise; bir sonraki adımda ne yapacağınızı düşünmenizi istiyor.
1. Daire: “sizin bu hayatta  neyde iyi olduğunuzu” simgeliyor. Belirli bir yaşa geldikten sonra belirli konularda kendinizi yetkin hissedersiniz. Bu daireye gözünüzü dört açın çünkü burada yetkinlikleriniz arasında bir rekabet vardır. Birçok şeyde iyi olabilirsiniz ancak bu demek değildir ki onların hepsini aynı anda yapmalısınız veya bu yaptığınız şeylerin hepsini çok sevebilirsiniz. Okul yıllarında sahip olduğunuz düzenli çalışan arkadaşlarınız sadece ve sadece çok çalışmakta başarılı olduğu için tıp mı okumalıydı? Elbette, hayır! Lise yıllarımda herkes sadece “çok ve durmadan konuşmakta” çok iyi olduğum için Hukuk okumam gerektiğine inanıyordu ve hatta çok sevdiğim bir öğretmenim Hukuk tercih etmedim diye bir süre benimle konuşmadı. İlk başlarda uzaktan uzağa Hukuk çekici geliyordu ancak 2. Dairenin ne olduğunu keşfettiğimde iyi ki ama iyi ki tercih etmemişim diyorum.
2. Daire: “Dünyaya ne için geldiniz? Bu hayatta var olma amacınız ne? Ne zaman gerçek akışı yaşıyorsunuz? Ne zaman en en mutlu anınızdasınız?” Yine lise yıllarımda idolüm olan eski mezunlardan Avukat Güngör abla bana bu 2. Dairenin önemini gösterdi. Yıllarca çok başarılı bir öğrenci olan Güngör abla, okuldan mezun olduğunda da aynı başarı ile kariyerine devam etmiş. Hukuk’ u tanıtırken “düzenli çalışma gerektirdiğini, tek yetkinliğin çok konuşma olmadığını bunu yanında sürekli çalışma  ve okuma gerektirdiğini” söylediğinde dünyaya bu iş için gelmediğimi keşfettim. Çünkü ben hiçbir zaman düzenli çalışan ve düzenli hayata sahip olan biri olamadım, hala da aynıyım.
3. dairede ise; Bu işi yaparken ne kadar para kazanacağınızı düşünmeniz gerekiyor. Bu soru üzerinde çok düşündüğünüzde sevdiğiniz işi yapmaktan uzaklaşabilirsiniz ancak bunu düşünmek zorundasınızdır çünkü bir şekilde sevdiğiniz işi yaparken paranın size takip etmesi gerekir en azından hayatınızı devam ettirebilecek ve kişisel zevklerinizi karşılayacak kadar. E

ğer bir grubun müziğini dinlemeyi seviyorsanız, bu dinlediğiniz müzikten bir gelir elde etmeyi beklemezsiniz. Sevdiğiniz işi yaparken de bu iki durumun kesişimi üzerinde durmayı unutmayın ve nerede durduğunuz üzerinde düşünün. Ve hemen bitişiğine küçücük bir daire çizin: “Yanınızdaki kim?” birlikte çalıştığınız, her gün aynı servise bindiğiniz, öğle yemeğini birlikte yediğiniz kişi kim veya kimler? Her gün muhteşem bir enerjiyle işe gidebilir, sevdiğiniz ve hayat amacınız olan işi yapabilir; hatta bu sevdiğiniz işi yaparken iyi para kazanabilirsiniz ama eğer birlikte çalıştığınız kişi(ler) sizden nefret ediyorsa, siz ondan/onlardan nefret ediyorsanız ve/veya size saygı duyulmuyorsa hala ‘Pollyanna’cılık ile hayatınıza devam edemezsiniz.
Tüm bunlar sevdiğiniz işi bulma yolunda sizin için bir çeşit formül diyebiliriz. Bu formüldeki en önemli soru “Ne için dünyaya geldiğiniz” dir. Çünkü herkes biraz da olsa içinde hangi konuda iyi olduğuna dair bir his taşır ancak dünyaya geliş amacınız ve bu yolda kazanacağınız para dengesi çözülmesi en zor sorudur. Burada Jim’in cevabını bulmasına yardım eden ve benim de uygulamaya çalıştığım yöntemden bahsedeceğim. Her gün, gün boyunca önünde açık olan laboratuvar defterine not almak için izlediği böcekten çok sıkıldığı bir gün ne yapması gerektiğini düşünmeye başlar. Tam bu sırada Hewlett Packard’da çalışıyordur-bilenler bilir birçok kişi için imkansız denecek kadar iyi bir hayaldir-. Defterin en üstüne ‘A Bug Called Jim’ yazar. Ve o gün, o başlığın altına her gün yaptığı gibi gözlemlediği böcek hakkında bir şeyler yazmaz. Devam eden 2 yıl boyunca o laboratuvar defterine yazmaya devam eder. Bu yazılar günlük gibi düzenli değildir ancak yazdıkça “yaşadığı en iyi an” a sahip olduğunu hisseder. “Ne zaman akışa kapılıyor, ne zaman çok önemli olmayan şeylerle de mutlu oluyor?” Tüm bu sorulara yazdıkça cevap bulur. Bu cevap bulma süreci 2 yıl süren bir keşiftir Jim için. Bu keşif sürecine ‘tortoise mind’ adı veriliyor yani az düşünerek doğru sonuca ulaşabilmek-farklı farklı çeviriler de mevcut-. Ve sonunda; hem insanlara bir şeyler öğretirken hem de sistemler üzerinde çalışırken hem çok iyi olduğunu hem de bunları çok sevdiğini keşfeder ve sistemler üzerine eğitim vermenin onun için seveceği iş olduğunu bulur. Bu süreçte laboratuvar defterine yazmaya devam eder çünkü hayat bitmek bilmeyen bir keşif sürecidir.
Siz de bu 3 daireyi çizin ve elbette 3.’ye ait olan kişi dairesini de. Ve kendinize sorun “Ne için yaşıyorum, ne için dünyaya geldim?”
Bu bir deneydir, denediğinizde hiçbir şey kaybetmezsiniz ve emin olun asla ve asla acıtmaz!

11 Ağustos 2015 Salı

'Yeni' değil 'Yenilik'


Bugün “Ne yediniz?” diye sorsak sabah kahvaltı menünüzü hatırlayamayacağınız bir gün için alışverişte “Bir gün ihtiyacım olur, bu indirimi kaçırmayayım...” diyerek alıp bir köşeye atılan, buzdolabında çürüyen kaç ürününüz oldu? Tüketim toplumu olduğumuz artık kesinleştiğine göre yeni dönemin gözde sorusuna cevap bulmaya çalışalım. Gelecek nesillere tükettiklerimizden arta kalanların veya tükettiğimiz için kalamayanların faydası olacak mı? -Yazımın devamında bilimsel bir açıklamadan ziyade kişisel çıkarımlar ve tabi ki her zamanki gibi birkaç önerim olacak, bilimsel açıklama sevmeyenlere gelsin!:)-

Tüketiyoruz, yeni alıyoruz 2 günde eskitmeden yeniden başka bir şey almak istiyoruz; bazen o istekler için canımızı dişimize katıp çalışıyor bazense bir öğle yemeğinde tatlı yemekten kaçıyoruz. Neden mi? ‘Yeni’ hazzına ulaşabilmek için.

Etrafımızdaki her şeyin bir enerjisi var, bir bebeğin enerjisi ne kadar yüklü temiz ise yeni şeylerin enerjileri de öyledir. Bu yüzdendir yeni bir şey aldığımızdaki yenilenme, mutluluk, huzur, bir şeyler yapma isteği. Peki bu yeni şeylerin sahip olduğu bu güzel enerji eskiyince, kenara atılınca veya yerini daha yeni bir şey alınca ne oluyor? Eskinin zaman içinde biriken enerjisi bizim içimize sıkıntı yapıyor kendimizi bir kalabalıklar içinde yalnız, aradığını bir türlü bulamayan insanlar olarak tanımlamaya başlıyoruz. Oysa yapamadığımız tek şey fazlalıklardan kurtulamamak ya da fazlalığı yaratmak(!)

Tüm bunların yorgunluğunda yalnızlığa sığınıyoruz oysa ihtiyacımız olan tek şey yalnızlık değil sadelik, yani minimalist yaşamak. 
Peki nasıl, nereden başlarız minimalist hayata?
Öncelikle etrafınızda bulunan 2. el eşya bağışı yapabileceğiniz kurumları araştırın eğer mümkünse bu kurumların önceki proje resimlerine bakın ve size ağırlık yapan şeylerin başkalarının yüzünü nasıl güldürdüğünü keşfedin:)
Şimdi sıra fazlalıkları seçmekte! 

-Eğer bir kalemi 1 aydır kullanmadıysanız, ona ihtiyacınız yoktur,
-Bir tişörtü/eteği/gömleği vs. bir başka sahip olduğunuz şey ile hiç yakıştırmıyorsanız ve/veya son 1.5 aydır hiç giymediyseniz ona ihtiyacınız yoktur,

-Bir kitabı okuyup bitirdikten 1 yıl içinde geri dönüp tekrar açmadıysanız ona ihtiyacınız yoktur,

-Bir çantayı hiçbir ayakkabınız ile yakıştıramıyor ve/veya en ufak bir özelliğini sevmiyorsanız ona ihtiyacınız yoktur,

-Tek kulağı çalışmayan kulaklıktan size fayda gelmez, yenisi varsa ona ihtiyacınız yoktur,

-Yeni şarj aleti aldıysanız eğer eskisine ihtiyacınız yoktur,

-Kenarı kırık eşyaları tutmanızın bir anlamı yoktur,

-Kış sezonunda dolabınızda askılıların yeri, yazın ise kalın örgü kazakların yeri yoktur,

-3 kullanımdan az kalmış ürünlerinizi daha fazla tutmanızın size bir yararı yoktur, seyahat için kullanılmazlar; boşu boşuna daha fazla bekletmenin anlamı yoktur, bitirin:)

-Boş parfüm şişeleri, ayakkabı kutuları, hediyelerin paketlerinin sizlere yalnızca yükü vardır.


Ve daha aklıma gelmeyen ama aslında dikkatlice baktığınızda yer kaplıyor gibi görünmese de size ağırlık yapan, içinizi karartan bir sürü fazlalık vardır. Bir an önce bunlardan kurtulun, yenilik için yeniye değil yenilenmeye ihtiyacınız var bunu hiç ama hiç unutmayın!

2 Temmuz 2015 Perşembe

Sözde Hepimiz Kendimizi Çok Seviyoruz...




Üzerinden çok uzun zaman geçmeyen bir dönemde insanlar yaşadıkları hayatın anlamını
sorgulamaya başladılar. Sorguladıkça içinde bulundukları o büyük anlamsızlığı fark edip bu anlamsızlığa çözümler üretmeye, vakitlerini daha iyi değerlendirmeye çalıştılar. Zamanla bu bir yaşam tarzı oldu. Bahsettiğimiz hayatımızın anlamını bulma yolunda, hobilerimizi keşfettik, etrafımızdaki güzel insanları keşfettik, gezmenin büyüsünü, gülmenin sırrını çözdük ama gel gelelim kendimizi, benliğimizi hiç ama hiç tanımak istemedik, tanıdığımıza inandık hep, çok iyi çok yakından bildiğimize.
 
blog 2Zamanla bu çok iyi bildiğimize inandığımız kişiliklerimizi sevmeye doğru yol aldık. Hatalarımızı bazen kabul etmeden, bazense hatalarımızla sevdik kendilerimizi. O kadar çok sevdik ki hatta(!) bir başkası gelip hayatımızı alt üst ettiğinde sevmeye devam edemedik, bittik, depresyona girdik, toparlanamadık... Herkese iyi davranmaya çalıştık, insanlar bizi sevsin diye oysa asıl sevmediğimiz, sevemediğimiz benliğimizdi bilinçaltımızda. Herkese çok iyi davranırken kendimizi hep ihmal ettik. Kendimizi memnun etmeye hiç çalışmadık. Hep daha fazlasını istedik, hep daha fazlasını hedefleyip hep daha fazlasını başardık ama hiç durup da "Sen de bir tatili hak ettin hadi" diyemedik kendimize. Değiştiremedik içinde bulunduğumuz durumu, konumu, insanları, kurumları.. Yeni şeylerde kendi kendimize kalmaktan, bir türlü tanışamadığımız, oturup iki kelime edemediğimiz benliğimizden hep ama hep çok korktuk. Ve değişmedik. Yıllar önce Nejat İşler’ in bir filmindeki 'standard' kelimesini duyunca çok sevdik, hemen benimsedik çünkü içinde bulunduğumuz o sabit halimizi çok -cool- bir şekilde anlatıyordu, sanki güzel bir şeymiş gibi.
 
blog 1Peki bu kadar kötü senaryodan sonra kişiliği sevmek nedir, nasıl seveceğiz? Kişiliği sevmek kendini olduğu gibi kabul etmek, elbette geliştirmek ancak geliştirirken içinde bulunduğun durumdan ne nefret etmek ne de yakınmak. İçinde bulunduğun durum, konum her ne ise bunu kabul et, sonra değişim veya gelişim için yola çık sadece sen, senin o muhteşem kişiliğin bunu yıllardır fazlasıyla hak ettiği için. Uyku mesela.. Fazla uyumak size göre bir ödül olabilir ancak beden fazla uyku ile dinlenmez her zaman ve eğer bu bir alışkanlık veya yaşam tarzı ise yorulur hatta. Uykuyu sevdiğinizi kabul etmek sizin için bir adımdır. Daha az uyuduğunuzda bedeninizin kendini daha iyi hissedeceğini bilerek bir yeniliğe yönelmek ise kendinize iyi davranmanızın, kendinizi sevmenin ve ödüllendirmenin, hak ettiği gibi yaşamanın yoludur.
 
İnsan olmanın en temel özelliklerinden biri duygularımızdır. Ruhumuzu besleyen şey -sevgiye- hayatımızın her anında içinde bulunduğumuz her durumda ve yaptığımız her işte, her insanda ihtiyacımız var. Sevginin olmadığı yerden koşarak kaçıyoruz genelde, çıkarlar olduğunda da dayanma gücümüzü zorluyoruz. Peki benliğinizi, kendinizi ne kadar seviyorsunuz? Yalnızlığınızı en derinlerinizde hissettiğinizde hiç başınızı okşadınız mı kendi kendinize? Sabah uyandığınızda aynada kendinize gülümsediniz mi? Yüzünüzü su ile yıkarken yüzünüzü okşamayı, sevgiyle dört bir yanına kadar ulaşmayı denediniz mi? Bir kıyafet giydiğinizde renk uyumu, modası dışında bedeninize ne kadar yakıştığını fark etiniz mi ve bu yüzden bedeninize teşekkür ettiniz mi? Eğer bunları yapıyorsanız hiç ama hiç vazgeçmeyin. Eğer yapmıyorsanız da bir an önce bir yerlerden başlayın. Sizin insan olarak sevgi olmadığında koşarak kaçtığınız gibi benliğiniz, ruhunuz da sizin sevgisizliğinizde bir gün sizden koşarak kaçabilir ve işte o zaman her şey için çok geç kalabilir.
 
blog 3Hemen şimdi bir yerlerden başlamak istiyorsanız: Geçin bir aynanın karşısına, inceleyin kendinizi, gözlerinize daha dikkatli bakın mesela, gülümseyin kendinize, saçlarınızı okşayın, bedeninizi keşfedin, derinlerinizi, ruhunuzu görmeye çalışın. Ve bunları alışkanlık haline getirin. Çok sinirlendiğinizde kendi kendinize konuşun mesela, çok önemli işlerden önce kendinizi sevgiyle sakinleştirin, yalnız kaldığınızda en önemli sevginin içinizde olduğunu hissedin, tek başınıza bir yere gidin ve kendi kendinizin, iç sohbetinizin, huzurunuzun o eşsiz tadını çıkarın.
 
Lütfen ama lütfen kendinizi çok çok çok sevip; kendinize iyi bakıp, çok iyi davranın!
 
PS: Ben sahilde yürüyüş yaparken telefonda konuşuyormuş gibi yapıp olayları, hayatımı değerlendirmeyi seviyorum. Edacım diyorum kendime, canım diyorum, bazen sevgilim, bazen kız kardeşim, bazen ise en yakın arkadaşım oluyorum kendimin. Ve o yürüyüş bittiğinde kendimi daha çok sevip daha mutlu oluyorum.

8 Haziran 2015 Pazartesi

Daha Önce Hiç Kendinizi Tatile Çıkardınız Mı?


Finallerden, projelerden, sorumluluklardan çok sıkıldığım bir dönemde aslında kendime yapacağım en büyük kötülüğü yaptığımı fark ettim, kendimden vaz geçecek kadar başka şeylere yoğunlaşmış ve zamanımın çoğunu böyle şeylerle harcıyordum.  İnsanın hayatında benliğinden daha önemli, zevklerine ayıracak vakitten daha değerli ne gibi işler olabilir ki ?
Tüm bu soruları sorarken kendime küçük bir tatil hediye etme kararı aldım, bu dönemki üstüm çabalarım için. Sıra gideceğim yere karar vermekteydi. Perşembe, cuma , cumartesi ve pazar günlerim vardı ama bunların hepsini tatile ayıracak kadar şanslı değildim, o yüzden gideceğim yerin yakın ama sessiz sakin, kendi kendime kalacağım bir yer olması gerekiyordu .

Seçenekler bu kadar daralınca elimde yalnızca Ağva ve Adalar kaldı. Ağva’ nın uzaklığından ürktüğüm için Büyükada’ ya karar verdim. Otelleri inceledim, tatlı küçük kendi halinde bir otel buldum. 2 gece (perşembe-cuma) için rezervasyonumu yaptırdım ve gitmeye hazırdım!

Rezervasyonu yaptırır yaptırmaz tabii ki arkadaşlarıma söyledim; kimi ‘Deli misin?!’ dedi, kimi ise ‘ sen gerçekten delisin!’. Oysa ben ‘ne deli ne de akıllıydım’ sadece kendime değer veren, benliğimle birlikte yaşayan, ruhuyla hisseden biriydim.
Sıra geldi gideceğim güneJ

Bir bavul hazırlamadım, sırt çantama kitabımı, yazılarımı yazacağım defterimi ve tabii dolmakalemimi doldurdum ve çıktım yola! Feribotla adalara gelene kadar uyudum, heyecanımı bastırmanın en iyi yolu buydu çünkü. Büyükada’ ya iner inmez otelimin arayışına başladım, ilk denemede bulamadım, şarjım ise çoktan bitmişti. Starbucks’ a girdim, sabah kahvaltımı yaptım ve telefonum açılınca otele haritadan  bakıp buldum. Tabii bu arada vapurdan indikten sonra hemen kendime bir selfie çubuğu aldım, artık yalnız gezmek daha da kolay J 
Otel odam çok büyük değildi hatta küçük bile, camından zar zor deniz görünüyordu ancak bana lazım olan manzara değil sessizlikti ve buna fazlasıyla sahipti. Eşyalarımı bıraktıktan sonra biraz kitap okudum, o ana kadar olan maceralarımı size daha önceki yazılarımda bahsettiğim defterime yazdım. Sonra etrafı keşfe çıktım, Büyükada’ ya daha önce gelmiştim ama hiç yalnız olmadığım için fazlasıyla heyecanlıydım. Kulaklığımı taktım, müziğin sesini açtım ve kendimi adanın, yolun, müziğin akışına bıraktım. Ara yolları keşfettim, manzara resimleri çektim, uzaktan bir gözle İstanbul’daki hayatıma baktım, irdeledim, düşündüm. Yukarı doğru tırmanan
merdivenlerden çıkarken bir kadınla tanıştım-kendisi Boğaziçi Üniversitesinde spor bölümü akademisyenlerindenmiş- Yepyeni birine kendimi, hayatımı, hayallerimi anlatmanın ve başka birinin hayatını paylaşmanın eşsiz mutluluğunu yaşadım. Tabi tüm bu arada yürüyor olmamız ise paha biçilemez güzellikteydi. Yollarımız ayrılırken teşekkür ettik ve farklı yönlere devam ettik. Hafif tempo koşuya başladım bir süre öyle devam ettim ve yolum bir müze ile kesişti. Müzeyi keşif için içeri girdim, içeride adaların hikayeleri, orada yaşayan sanatçıların eserleri, adaların asırlık dönüşümleri, değişimleri anlatılıyordu. –Çarşamba günleri halk günüymüş- Müzeden çıktıktan sonra hızlı tempo yürümeye başladım ve yemek yiyeceğim yere kadar devam ettim. Ne yemek istediğimi bilmeden sahildeki bir restorana oturdum. Yemeğim geldi, yemeğin kenarındaki patateslerin altında bir ölü sinek vardı-zaten yemeyecektim fazlasıyla kötü görünüyordu- Hesabı isterken garsona uygun bir dille, sinek olduğunu ancak benim için sorun olmadığını, başka müşteriler için dikkat etmeleri gerektiğini söyledim. Garson da teşekkür etti sonra da ılımlı tepkimden cesaret alıp hesabımı şişirip getirdi. O kadar keyifliydim ki buna bile tepki vermedim. Bazen etrafımızdaki insanlar bizi salak yerine koyduklarında mutlu olur bu işten haz alırlar; eğer bu durum size ekstra bir zarar vermiyorsa bırakın hazlarını alsınlar.

Keyif yemeğim bittikten sonra elbette ki kendime atıştırmalıklar aldım ve odama geri döndüm. Odama döndüğümde yazmaya ve okumaya devam ettim hatta odamdaki 40 inç’ lik televizyonda bir program izledim.  Mutfağa çıkıp otel sahibi kadın ile sohbet ettim, birlikte kahve içtik ve hatta kahvemi kapatıp bana fal baktı. Tüm bunları yaparken telefonum bir kenardaydı, onu elbette kapatamadım ama benim için bir amaç değil araçtı. Odaya geri döndüğümde saat oldukça geç olmuştu yeni ve harika bir güne uyanmak üzere uyudum. Gece boyunca hayatımın en huzurlu uykularından birini geçirdim. Sabah kahvaltı için üst kattaki mutfağa çıktığımda 2 yıldır görmediğim arkadaşım ile karşılaştım, dünya ne küçük! Kahvaltımızı birlikte yaptıktan sonra ben keşfe devam ettim onlar ise dönmek için hazırlanıyorlardı.

Günün özeti ise; kendimize ayırmadığımız o değerli zamanlarımızı geri getiremeyeceğiz. Yaşadığınız zamanlarda, yaptığınız işlerde, sahip olduğunuz ilişkide kendinize yeteri kadar zaman ayırmadığınızı hissettiğiniz an hemen durum değerlendirmesi yapın ve sonucunda kendinizi ödüllendirin. Yalnız kalmak, kendinizi tanımak için iyi bir araçtır. Kendinizi tanımak ise hayatınızın geri kalanı için harika ötesi iyi bir amaçtır. Tüm bu süreçlerde yalnız kalmak derken bahsettiğim şey kimseyi yanınıza yaklaştırmayın demek değil; yalnızca sahip olduğunuz zamanın bir kısmına yalnızca siz hakim olun demek istiyorum.

İyi bir kariyer, iyi bir gelecek, iyi bir aile ve sahip olmak istediğiniz her ‘iyi’ şeyin temelinde kendiniz/benliğiniz olduğunu ve tüm bu isteklerinizi gerçekleştirirken ‘kendinizi’ tanımak ve iyileştirmek zorunda olduğunuzu sakın ama sakın unutmayın. İyi tatiller!


18 Mayıs 2015 Pazartesi

Duygularımız Yükleniyor...

Yıllarca etrafımızdaki birçok olaydan bihaber yaşıyoruz, yaşlanıyoruz. Düşünmeden, sorgulamadan, durmadan, duraksamadan, hedefe odaklı yürüyor hatta koşuyoruz. Bu koşu sırasında geride bıraktıklarımızın farkına var(a)mıyoruz. Herkesin kendi maratonu, herkesin kendi şampiyonluğu ve hedefi doğrultusunda kendi rakipleri var. O rakipler ki; zaman zaman biz takılıp düştüğümüzde elimizden tutup bizi kaldırmayan, tek amaçları bizi geçmek olan kişiler. Bazen ise bizler arkamızda/yanımızda yarıda bırakmak zorunda kalanları görmüyoruz/göremiyoruz, durmadan duraksamadan at gözlüklerimizle ‘insancık’ olma yolunda koşuyoruz. Duygularımız bizi ‘insan’ yapan, diğer canlılardan ayıran hatta belki o duygular bizlerin düşünmesini sağlayan. O düşünceler ki hayata yön veren. Bunca önemli bir kavram için bizler nasıl böyle umursamaz olabilir, nasıl bu en önemli kavram –duygular- olmadan yaşayabilir hatta yaşayabiliyoruz?
Zaman, her şeyin ilacı; yalnızca duyguların hastalığı. Duygularımız zamanla iyileşmez; aksine daha da körelir, kullanılmadıkça yok olmaya yüz tutarlar. Bir kitap gibi raftan indirip tozunu aldığında yeniden okuyamazsın, içindeki tozlar okunmasına izin vermez; boğazın gıcıklanır, gözlerine tozlar kaçar, gözlerini açamaz okuyamazsın. Duygu yoluna nasıl ulaşacağını bilemezsin zaman geçtikçe, ormanda o kadar ilerlemişsindir ki geçen onca zamanda arkanda bıraktığın izlerin üstü çoktan kapanmıştır. Bunca zaman içinde kaybolup gitmiş, arayıp bulamadığımız hatta belki de varlığını dahi hatırlamadığımız kaç duygumuz var sizce?
Duygular; hayatın temeli, hayatın amacı. Hepimiz bu duygular için yaşamıyor muyuz? Ailemizden ‘aferin’ alıp mutlu olmak için uslu durmadık mı yıllarca? Öğretmenlerimizi sevdiğimizden saygıda kusur ettik mi hiç? Peki şimdi ne oldu? Geçen zaman içinde yanı başımızdaki insanı umursamayacak kadar ne değişti hayatlarımızda? Hangimiz duygularının farkında? Hatta hangimiz yaptığı şeyden hissettiği duygunun farkında? Cevap: Çok azımız, belki 5 parmaktan azımız.
Bizler; olayları, kişileri, kurumları yaşamadan yaşamış gibi yapıp zaman geçiriyoruz yalnızca. Düşünmüyoruz duygularımız üzerine, düşünmüyoruz sebeplerimiz üzerine. Duygularımızın farkında varırsak; yapmak zorunda olduklarımızı yapamamaktan mı korkuyoruz dersiniz? Duygusunu bilmediğimiz, duygumuzu katmadığımız her şeyden çabuk sıkılıyor, bunalıyor, depresyonlara girip çıkıyoruz; tatmin olmuyoruz asla.
Şimdi bir düşünün gününüzün çoğunu harcadığınız şey size ne hissettiriyor… Okulunuz ne hissettiriyor mesela? İşiniz/stajınız/müdürünüz/okul arkadaşlarınız/projeniz/gittiğiniz mekanlar … Bu düşüncelerin cevabını verebileceğiniz zaman gerçekten yaşayan biri olacaksınız. Duygularınız ve düşüncelerinizle, benliğinizde hayata katkıda bulunacak, ayaklarınızı dimdik yere basacaksınız. Hayatınızdaki yaşama kavramını anlayacak, zamanınızı değerlendirecek, işinizden tatmin olacaksınız. Daha az depresyona girip, daha az tatil için çalışacaksınız belki.
Eğer siz de duygularınıza doğru derin bir yolculuğa çıkmak istiyorsanız, kağıt kaleminizi hazırlayın. Gününüzün veya hayatınızın çoğunluğunda yer alan kişi/olay/kurumları maddeler halinde yazın ve karşısına size hissettirdiği duyguyu yazın. Bazen tam karlışığını bulamayabilirsiniz; bu durumda şifreler kullanabilir veya tanımlamaya çalışabilirsiniz. Bundan sonrasında da bu duygularımızı hep düşünelim ve başlayacağımız her yeni şeyde sizdeki duygu karşığı ile eşleştirelim. Eğer duygunun yarattığı sonuç olumluysa, asla vazgeçmeyin!